18 Ekim 2010 Pazartesi

Bu Cennet Kokusudur

  Ey yüceler yücesi Allah'ım! Ey benim Rabbim! Niye benim beraatımı vermedin, ne kusur ettim? Allah'ım! Arkadaşlarım öyle mutlu ve sevinçli, ben böyle boynu bükük yetim kaldım. Rabbim! Sana yalvarıyorum! Benim de beratımı ver. Ne olur Allah'ım, beraatımı ver!

    Eski zamanların birinde saf mı saf temiz mi temiz, her şeye ve herkese kanan bir adam yaşarmış. Tüm muradı insanlara hizmet edip Rabbinin rızasını kazanmakmış. Fakat bazı kendini bilmez insanlar, onun bu saflığından yararlanıp, ona kötü şakalar yaparlar, üzerlermiş. Gel zaman git zaman, bu saf adamın köyünden bir grup insan umre ziyareti yapmaya karar verirler. Giderlerken bu adamcağızı da yanlarında götürmeye karar verirler. "Yolda biraz takılırız, zaman geçiririz." diye.

    Nihayet uzun ve yorucu bir yolculuktan sonra yüce Allah'ın evi Beytullah tüm heybetiyle görünmüş. Müslümanlar ve bizim iyilik timsali saf adamımız, heyecan ve sevinçle ona koşmuş ve umre vazifelerini yerine getirmişler. Yaklaşık on gün burada ibadet ve taatla meşgul olan kafile artık toparlanıyormuş. Şimdi Resûlullah'a varma zamanı gelmişti. Nur şehir Medine'ye gitmek için yola koyulmuşlardı. Mekke'den bir mil mesafe ayrılmışlardı ki, içlerinden biri çantasından birtakım kâğıtlar çıkarmış, acele ile arkadaşlarına dağıtmaya başlamış. "Bu nedir?" diyenlere:

    "Susun, sessiz olun. Bizim saf adam duymasın, ona müthiş bir oyun hazırladım." demiş.

    Kafilede olan herkese dağıtmış. O kâğıtlardan sadece saf adama vermemiş. Arkadaşları dayanamamış, "Çabuk anlat, oyunun nedir?" demişler. Adam:

    "Bakın, birazdan saf adam gelecek. Bizlere ellerimizdeki kâğıtların ne olduğunu soracak."

    "Eee, biz ne diyeceğiz?" diye atılmış arkadaşları.

    "Diyeceğiz ki, bu kâğıtlar bize cennetten gelmiştir. Umre ziyaretimizi kabul eden Allah, bizlere beraatlarımızı gönderdi." diyeceğiz.

    Arkadaşlarından bazıları:

    "Fakat bu çok ağır bir şaka." dedilerse de bu işi yapmaya karar verdiler.

    Biraz sonra saf adam yanlarına gelmişti. Birde ne görsün, herkesin elinde birtakım kağıtlar, onu öpüp kokluyorlar. Dayanamadı:

    "Ey benim arkadaşlarım! Nedir o elinizdeki öpüp kokladığınız kâğıtlar?" diye sordu.

    Hepsi birbirlerine kaş göz edip gülüşmüşlerdi. Bu oyunu hazırlayan zat ona:

    "Aaa, senin bu kâğıtlardan haberin yok mu?"

    "Hayır, yok."

    "Ama nasıl olur, bak, hepimize gönderildi bundan."

    "Fakat anlamıyorum, nedir onlar? Kim gönderdi?"

    "Kim olacak, umremizi ve ibadetlerimizi beğenip kabul eden Allah gönderdi."

    Saf adam âdeta beyninden vurulmuştu. Son baharda yaprakları dökülüp en ufak bir rüzgârda titreyen bir gül ağacı yaprağı gibiydi. Dudakları: "Rabbim! Rabbim! diye kıpırdıyordu.

    Aniden yönünü Mekke'ye çevirdi. Kâbe karşısındaydı; birden olanca kuvvetiyle koşmaya başladı. Arkadaşlarının "Dur, gitme! Şaka yaptık." sözlerini duymuyordu bile. Onun gönlü yanmıştı, hem de nasıl bir yangın… Belki Nil nehri oraya aksa, söndüremeyecekti. Düşüyor, kalkıyor, ağlıyordu. Sonunda kavuşmuştu Beytullah'a. Ona öyle bir sarıldı ki, gözyaşlarını, Kâbe'nin örtüsü içine çekiyordu. Kalbini âlemlerin Rabbi olan Allah'a bağlamış haykırıyordu:

    "Ey yüceler yücesi Allah'ım! Ey benim Rabbim! Niye benim beraatımı vermedin, ne kusur ettim? Allah'ım! Arkadaşlarım öyle mutlu ve sevinçli, ben böyle boynu bükük yetim kaldım. Rabbim! Sana yalvarıyorum! Benim de beratımı ver. Ne olur Allah'ım, beratımı ver!"

    O, böyle yalvarırken, kafasına bir şeyin değip yere düştüğünü hissetti. Bir de ne görsün, arkadaşlarının ellerindeki kâğıtlardan çok daha güzel bir kâğıt. Hemen aldı, sevinçten ne yapacağını şaşırmıştı. Hemen kalktı kafilesine doğru koşmaya başladı. Bir yandan da bağırıyordu:

    "Aldım! Aldım! Ben de beratımı aldım!…"

    Arkadaşlarının hepsi şaşırmıştı. Adam yanlarına gelince, hemen elindeki kağıdı aldılar. O da neydi? Bu kâğıt nasıl da güzel kokuyordu! Hayatlarında hiç bu kadar güzel bir koku koklamamışlardı. Üstelik çok garip harika desenli bir kâğıttı. Şimdi hepsi telaşlanmışlardı, işin içinde bir iş vardı. Hiç vakit kaybetmeden hemen Mekke'ye döndüler ve o devrin büyük âlimi bir büyük zata gittiler. Kâğıdı ona verdiler. O âlim zat kâğıdı eline alır almaz, ayağa kalktı.

    "Sübhanallah! Bu cennet kokusudur." dedi. Kâğıdı açınca hayret ve dehşeti arttı:

    "Bu," dedi, "bu bir berattır. Falan adama yazılmıştır. Hem de nur mürekkeple yazılmıştır."

    Hepsi donmuşlardı. Kimileri hüngür hüngür ağlıyordu. Âlim o saf adamı kucaklamış sakallarından, yüzünden, ellerinden öpüyordu.

    "Ne olur bana dua et!" diye rica ediyordu.

    Allah, bu saf kuluna rahmet etmiş, ona nazar edip mükâfatlandırmış ve arkadaşlarına da bir ders vermişti.

    Allah resûlü’nün diyarından selâm var

    Belki bizler bu adama ne kadar özensek azdır. Gerçekten Allah kuluna şah damarından daha yakındır. Rabbimiz nasip etti, yakın tarihte bir umre yaptık. Umre ziyaretimizi yaparken yukarıda yazdığımız kıssa hep aklıma geldi. Gerçi gökyüzünden başıma düşecek bir berat beklemiyordum; ama asırlar ilerledikçe Mevlâ'mızın bu tür ihsanlarının ne kadar azaldığına çok üzüldüm. İslâmiyet'in ilk yıllarında vahiy iniyordu. Daha sonraları Allah'ın dostlarından çok büyük hâller zuhur ediyor ve insanlar bunları bizzat görüyordu. Abdülkadir Geylânî Hazretlerinin bir cemaatin önünde ölüyü diriltmesi gibi. Tabiî bizim tesellilerimiz de çoktu; yarın âhirette, Kâbe bize şefaat edecekti. Efendimiz, "Benim kabrimi ziyaret edip, tevbe edene şefaatim hak olur." diyordu. Üstelik o mübarek yerlere gidip, "Ben affolunmadım." diyen günahkâr olmuyor muydu? Çok şükür, affedildiğimize inanarak memleketimize döndük. İnanın, siz "Beyan" okurlarına da söz verdiğim üzere çok dua ettim. İnsan Kâbe'de âdeta dünya ile ilişkisini kesiyor. Rabbine şöyle nida ederken, gözyaşları döküyor.

    "Ey Rabbim! Gidilen yere eli boş gidilmez, oysa biz çok suç getirdik. Dağların bile çekemeyeceği yükü iki kat sırtımızda çok güç getirdik. İşte Allah öyle yüce ve merhametli ki kulunu affetmek için âdeta bahane arıyor. Beytullah'ı ziyaret et, affedileceksin. Resûllah'ı ziyaret et, af kapsamına gir. Arafat'a çık, affedil. Hatta namaz kıldığın halı, çektiğin tesbih bile yarın bize şefaat edecek. Allah tersini yapmaktan bizi muhafaza etsin. Yaptığımız umreye en güzel rengi İsmailağa cemaati katmıştı. Bembeyaz fistanları, sarıkları, cübbeleri ve beyaz çorapları ile sanki Beytullah'ı Resûl'ün ashabı tavaf ediyordu. Tabiî muhterem hanım kardeşlerimiz, Kâbe'nin o güzel örtüsüne bürünmüş hâlde, son derece hayâlı ve edepli bir biçimde, Müslüman bir kadına yakışacak tarzda ibadetlerini yapıyorlardı.

    Başımızda hoca olarak bulunan emekli eğitmen Eyüp Çakmaktaş, Kâbe'nin rengi ile hemhâl olmuş kardeşlerimizle ilgili bir olayı anlattı; hepimiz gözyaşlarına boğulduk. Anlattığına göre; bir grup bacımız umre ziyaretlerinden sonra kendisine bir zarf bırakmışlar ve şöyle demişlerdi:

    "Biz gittikten sonra bu zarfı açın." Onlar gittikten sonra açtık zarfı. Zarftaki mektupta şöyle yazıyordu: "Allah rızası için bu mektubu Kâbe'nin örtüsüne yapıştırın." Kâğıttaki yazı şöyle başlıyordu:

    "Ey Rabbimiz! Bizim şu örtümüzün, senin Beyt'inin örtüsü kadar kıymeti yok mu ki, bu örtü bize yasak ediliyor…"

    Yaşadığı başka bir ibretli hâdiseyi daha anlattı bizlere. Yabancı bir ülkeden iki kız kardeş gelmişler Mescid–i Nebevî'ye. Son günlerinde küçük kız kardeş, Efendimizin kabrinin dışındaki demirlere yapışıp, ağlamaya başlar ve Resûlullah'a şöyle seslenir: "Ya Resûlullah! Ben buradan ayrılmak istemiyorum. Yaşadığım yerde örtüm garip, mescidim garip, seccadem garip. Ne olur, burada öleyim. Bırakma beni ya Resûlullah!" Bunları duyan ablası hemen kız kardeşinin yanına gelip:

    "Aman kardeşim, buralarda dualar geri çevrilmez. Sen daha çok gençsin." diyordu; ama o yalvarıp duruyordu. Allah onu oracıkta katına yükseltmiş, canını alıvermişti. Bunu bizzat görmüş ve yaşamışlardı. Evet, şimdi devam edelim. Efendi Hazretleri'nin elinde yetişmiş hocaların o doyumsuz sohbetlerini ise, sizlere anlatamam. Allah hepsinden razı olsun. Din–i Mübin–i İslâm'ı bilerek yaşamanın ne büyük nimet olduğunu, onları görenler idrak ediyor. Evet, gerçekten çok güzeldi umre. Hep bir ağızdan şöyle diyorduk:

    "Ya Rab! Biz buraya İbrahim olup yanmaya geldik… İsmail olup kurban olmaya geldik… Hacer olup teslim olmaya geldik..." Ne güzel sözlerdi bunlar. Allah hakikatine erdirir inşallah.

    Fakat ufak tefek sorunlar da olmuyor değildi. Ama uçaklarla gidip, güzel otellerde kalan bizlerin böyle ufak şeylerden şikâyet etmeye hakları olmadığını düşünüyorum. Aslında beni en çok üzen şey; bazı patavatsız insanların yolculuk dönüşü söyledikleri idi. Ne diyordu onlardan biri, yaşlı bir teyzeye:

    "Sen kaç kere gittin umreye."

    "Evladım, bu dördüncü." cevabını aldıktan sonra:

    "Aman canım, sizin başka işiniz gücünüz yok mu? Arab'ı zengin ediyorsunuz. Oraya vereceğiniz parayı fakirlere versenize." Şu çatlak sese bakar mısınız? Allah tan hoca arkadaşlarımdan biri o adama dönüp:

    "Affedersiniz, siz nerenin müftüsüsünüz ?" diye sordu. Adam soruya şaşırmıştı.

    "Ben müftü falan değilim." dedi. Arkadaşım:

    "O zaman bırakın da fetvaları müftüler versin."

    "Size ne kardeşim, benim ne olduğumdan, ne dediğimden."

    "O hâlde size ne, o teyzenin kaçıncı umresi olduğundan. Hem siz merak etmeyin, fakirlere de o teyzeler sizden daha çok yardım ediyor. Hem merak ettim, acaba siz her yaz Bodrum'a, Kuşadası'na gidip, beş yıldızlı otellerde tatil yapanlara da böyle söylüyor musunuz?" Adam hemen oradan homurdanarak uzaklaştı.

    Görüyorsunuz değil mi? İnsanlar nasıl yanlış düşünceler içinde olabiliyor. Bazıları "Arapları sevmem." diyor. Kimileri köpeğine Arap ismini takıyor, kimi hindiye kelfatma diyor. Diğeri hamam böceğine karafatma diyor. "İşimiz Arap saçına döndü." deniliyor. Ah ah! Ne olduysa bize sonradan oldu. Cumamız pazar oldu, her şey azar azar oldu."

    Efendimiz buyurdu ki:

    "Arab'ı sevin; zira ben Arabım, Kur'an Arapçadır."

    Lâkin sapık profların, sahte din âlimlerinin, sözüm ona ellerinde kalan bu aciz insanlar helâk olup gidiyor. Cenab–ı hak hepimize uyanışlar nasip etsin.

    Evet, son olarak şöyle diyelim Rabbimize:

    "Ey Allah'ım! Birkaç asırdır uyuyan şu milleti uyandır. Habib–i Edib'ini mânen bizim buralara ulaştır. Adını her tarafa yazalım, adına kurban olalım."

İyilik Yürek İşidir

Epeydir dönüp dönüp iyilik üzerine yazıyorum.

“Kötü insan” olmayışımızın bizi “iyi” kılmaya yetmeyeceğini anlatıyorum.

Şimdi önümde bir okur mektubu var; bir dost okurumun yazısı...

Zaman zaman Trabzon’da yerel gazetelerde yazıları çıkan Metin Kondel adlı okurum, “İyilik nasıl yapılır?” sorusunun cevabını aramış ki...

Yazdıklarını sizlerle paylaşmazsam, olmaz!

Bundan sonrası, biraz kısaltarak ve ufak değişikliklerle onun yazdıklarıdır.

***

Birçoğumuz en son kime iyilik yaptığımızı hatırlamaz olduk. Belki de bu erdemli davranışın çarkları böylesine hızlı dönen bir dünyada çok fazla alıcısı yok.

Ama daha da ilginci, bu eylemin giderek bir kötülük aracına dönüşmeye başladığıdır.

Yanlış okumadınız.

Kötülük için iyilik yapmak. Mümkün bu.

İyilik yaparken iki üç hamle sonra bu iyiliği bir hançer gibi kullanmayı hesaplayanlar olmadığını sanmayın sakın.

Peki, nasıl olur da bu kadar soylu bir davranış kalbimizdeki balans ayarının bozukluğu sonucu bir ihanet eylemine dönüşür?

Önce eskilere gidelim...

Bir akşam vakti Hz. İbrahim’in yaşadığı köyden geçen yaşlı bir yolcu, misafir olup geceyi geçirebileceği bir ev aradı. Hz. İbrahim’in kapısını çaldı ve kendisini misafir edip edemeyeceğini sordu.

Yolcu seksen yaşındaydı ve o yaşına kadar hiç iman belirtisi göstermeden yaşamıştı.

Hz. İbrahim ise kapısını çalan bu insanı Hak yoluna davet etmesinin peygamberliğinin gereği olduğunu düşünmekteydi.

“Bir şartım var” dedi adama.

“Senin Allah’a iman etmeni istiyorum. Kabul edersen misafirim olursun.”

Adam kızdı. Kabul etmedi ve akşamın son ışıkları altında köyün ufkuna doğru ilerledi.

Tam o sırada Hz. İbrahim’e ilahi uyarı geldi.

“Ey İbrahim, biz o insana ömür verdik, mal verdik, evlatlar verdik, rızk verdik. Bunun karşılığında ona şart koşmadık. Ama sen kulum, ona bir gecelik misafirlik için iman etmeyi şart koştun.”

Bu uyarıyla aklı başına gelen Hz. İbrahim hemen koşup adamı durdurdu ve evine çağırdı.

Adam “koştuğun şarttan neden vazgeçtin?” diye sordu.

Hz. İbrahim “Allah bana hiçbir karşılık istemeden ve senin iyiliğin için olsa bile şart koşmadan iyilik yapmamı emretti” karşılığını verdi.

Bunun üzerine “seksen yıl bihaber yaşadığım Allah’a şimdi iman ediyorum” dedi adam.

Şimdi bana, “iyi de hocam, bu eski bir mesel, zaman değişti, günümüze gelelim” diye çıkışabilirsiniz.

Peki! Olay geçen Ramazan’da İstanbul Bağcılar’da yaşandı.

Bir grup insan bir araya gelip fakirlere maddi yardım götürmeye koyuldu. Bir gün karşılarına çok muhtaç yaşlı biri çıktı. Ona düzenli olarak 200 TL ödemeye başladılar.

Aradan bir müddet geçmişti ki, yine böyle bir başka fakire raslayıp ihtiyaçlarını sordular, yardım önerdiler.

Adam reddetti: “Bana her ay birisi 100 TL ödüyor zaten.”

Bunun üzerine yardımsever dostlarımız “bizi bu zatla tanıştır da çabalarımızı birleştirelim” deyince, adam onları götürdü.

Karşılarına çıkan kişi, o her ay 200 TL ödedikleri yaşlı ve çok fakir adamdı.

Dostlarımız şaşırdılar ve oracığa çöküp ağladılar.

Evet, iyilik yürek işidir!..

Ve bildiğim bir şey varsa o da iyiliğin artık birçoğumuzun becerebileceği bir iş olmadığıdır.


11 Ekim 2010 Pazartesi

kondu küçük serçe hızlı hızlı nefes alıp veriyordu, çok yorgundu, hayaller taşıyordu kanadında, umut yolunda bekleyenlerinhayallerini. Sonra uçtu simsiyah bir kartal oldu, süzüldü hiç durmadan gökyüzünde. Bir anda afalladı, kanatlarını açamaz oldu yorgunluktan düşmeye başladı. Tam yere düşecekken, bir el tutverdi kanadından kanadı, suya dönüşüverdi, su toprağa aktı ,toprak tohuma, tohum, ağaca. Mevyeler verdi dallarında ağaç. Dünyanın hiçbiryerinde bulunmayan ağacın, hiç görülmemiş ve tadını yalnız sevgi ile beslenen yüreklerin bilebileceği meyveler. Zamanla insan, yemeği öğrendi meyveleri, her yer sevgi ile doldu. Ta ki, acımasız bir oduncu gelip o ağacı kesinceye kadar. Simsiyah bulutlar sardı gökyüzünü, oduncu ağaca vurdukça baltasını, bacağını da birlikte kestiğini farketmedi, ağaç devrilince anladı ancak ama artık geç kalmıştı, oduncunun umudu, odunları satıp evine ekmek götürmekti, artık insanların umutlarını besleyen ağacı kesmişti. İnsanlar umutsuz kalmıştı, ağaçla birlikte oduncunun da umutları sönmüştü. Baltası ağladı günlerce, sevgiyi parçalayan oduncuydu ama balta kendini suçlu bildi. Gözyaşları yeniden toprağa düştü, toprak ağlar oldu, çiçekler soldu, kuşlar uzak diyarlara göç etti. Kara haber yayıldı çabucak, doğa yas tutmaya başladı insanlar, merhameti ve saygıyı da yitirdiler sevgi ve umutlutla birlikte. Acımadılar birbirlerine, aşk yok oldu yerini, ihanet ve vefasızlık aldı. Ama, öyle bir yer vardı ki, bu haberleri hiç duymayan, ancak yüreğinde gerçek sevgi olanların ulaşabileceği ve yerini yanlız yalanları unutmuş ve hep umutlarını sevgi ile sulayan insanların bulabileceği, dünyanın en güzel yerinde yüksek bir dağın tepesiydi burası. Ve dünyada artık orada yaşayanlar hariç kimse bulamazdı orayı, tabiki bir tek şey hariç. Toprağın ta kendisiydi bu, toprak hemen yardım çağrısı yaptı dağa. Dağ orada yaşan bütün canlıları çağırıp, dağdan inip yeniden sevgi tohumları serpmelerini istedi, hiçbiri itiraz etmedi buna hemen koştular peş peşe. Bıkmadan, günlerce toprağa tohumlar serptiler, kartalın kanatları suladı toprağı filizler yeniden ağaca dönüşüverdi, ağaç meyveler verdi yeniden. Ama artık eski tadı yoktu meyvelerin. Nasıl ki kırılan bir vazo geri yapıştırıldığında eskisi kadar güzel görünmezse kırılan kalpler de öyleydi. Eskisinden güzel olan ise, artık yaşayan her canlı sevgi ağaçlarına daha bir güzel yaklaştı kimse kırmaya cesaret edemedi...

Geç kalmadan kıymet bilmek dileğiğle...

.